15 Haziran 2012 Cuma

Hakk’a Dostluk Ufkunda Îman Hassâsiyeti Osman Nuri TOPBAŞ Hoca Efendi



Mü’minlerin İslâm’ı idrâk edip hayatlarına tatbik etmekteki hassâsiyet­leri, tıpkı îmanları gibi derece derecedir. Avâmdan havâssa doğru bir kademeleşme sergiler. Kimisi kuyumcu terazisi kadar hassas ve duyarlı, kimisi ise oduncu kantarı gibi hissiz ve kabadır. Kuyumcu terazisi, kıymetine binâen miligramları bile dikkate alır; biraz üflemek dahî ona tesir eder. Bu sebeple kuyumcular, rüzgârsız, kapalı mekânlarda ölçüp tartarlar. Oduncu kantarında ise, değil miligramlar, birkaç kilo fazla veya eksik bile, bir değer ifâde etmez. Zira odunun kıymeti, altınla kābil-i kıyas değildir.
İlâhî emir ve nehiylere riâyetteki titizlik ve hassâsiyet de, kulun Allah ve Rasûl’üne yakınlığı nisbetinde artar, uzaklığı nisbetinde ise azalır. Bu sebeple kimileri, hayatlarında dînin mevkiini asgarî seviyede tutup fetvâ ve ruhsatlarla amel ederken, kimileriyse takvâ ve azîmetlerle amel ederek tam bir itaat gayreti içinde hayatlarını Kur’ân ve Sünnet’e râm ederler. Tabiî ki kulun Allah katındaki mevkii de, bu takvâ derecesine göre belirlenir.

FETVÂ MI TAKVÂ MI?
Bir defasında elbisesindeki çok ufak bir kiri temizlemeye çalışırken İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’ni görenler sorarlar:
“–Yâ İmam! Verdiğiniz fetvâya göre şu ufacık leke namaza mânî bir kir değil; ne diye bu kadar zahmet çekip onu gidermeye çalışıyorsunuz?”
İmâm-ı Âzam Hazretleri buyurur:
“–O fetvâdır, bu ise takvâ!..”
Yani Cenâb-ı Hakk’ın sevgili kulları, kendi kulluk hayatlarını kılı kırk yararcasına bir titizlik ve hassâsiyet ile yaşarlar. Hakk’a yakınlık kazanamamış gâfiller ise, ilâhî hakîkatler önünde kendi durumlarını hep kaba ölçülerle değerlendirir, vaziyetlerini toplumun sığ seviyesiyle kıyaslayarak azıcık amellerini yeterli görür, ebedî kurtuluşları hususunda bununla tesellî bulurlar. Cenâb-ı Hakk’ın hep af ve merhametini ifâde eden, “Rahmân, Rahîm, Settâr, Gaffâr” gibi sıfatlarını düşünür de O’nun aynı zamanda celâl ve gazabını da ifâde eden “Müntakim, Kahhâr” gibi sıfatlarını göz ardı ederler. İşte bu hâl, son derece hassas gerçekleri, hiç de hassas olmayan oduncu kantarıyla mîzân etme gafletinden farksızdır.
Bu sebeple sâlih mü’minler, kendilerini her hususta ve dâimâ ilâhî ölçülerle mîzân ederler. Onların kıstası toplum değil, Peygamber Efendimiz (s.a.), sahâbe-i kirâm ve Allah dostlarıdır. Allâh’ın bu sevgili kulları gibi onlar da, ibâdet, muâmelât ve ahlâk hususunda büyük gayret ve fedâkârlıklar göstermelerine rağmen, bu gayretlerini bir “hiç” olarak görür, son nefes endişesiyle yürekleri titrer, dâimâ ilâhî rahmet ve mağfireti ümîd ederler. Yani kâmil mü’minler kendi hâllerini, âdeta kuyumcu terazisi hassâsiyetiyle mîzân ederler. Zira kuyumcu terazisinde miligramların bile değeri çok büyüktür.

ZERRELERİN BÜYÜK HESABI
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfâ­tını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezâsını görecektir.” (ez-Zilzâl, 7-8)
Demek ki ilâhî mizanda zerreler bile hesâb edilecek. Zerre ise kuyumcunun hassas terazisiyle ölçülür, oduncu kantarıyla değil.
Kimi zaman terazinin bir kefesini diğerine ağır bastıran, küçücük bir zerredir. Bu yüzden hiçbir sevap da hiçbir günah da küçük veya ehemmiyetsiz görülmemelidir. Nitekim Allâh’ın rahmeti de gazabı da, bâzen büyük, bâzen vasat, bâzense küçük gibi görünen bir hususta tecellî eder.
Tâbiînden Bilâl bin Sa‘d (r. aleyh)’in şu îkâzı, ne kadar da mânidardır:
“Günahın küçüklüğüne bakma! Fakat kime isyan ettiğine, kime karşı günah işlediğine bak!”
Gönlü Allah korkusu ve muhabbetiyle dipdiri bir mü’minin nazarında, en küçük günahlar bile, alev alev yanan birer kor parçasından farksızdır. Bu sebeple sâlih kullar, değil günahlara dalmak, günah işlenen yerlerden geçmek bile istemezler. Zira o mekânların kasveti, onlara büyük bir iç sıkıntısı verir. Bunun aksine, Hak’tan uzak, gâfil bir insan ise, en ağır cürümleri işlese bile, kalbinde en hafif bir sıkıntı duymaz. Hattâ günahlar ona tatlı bir mûsikî gibi hoş gelir. Zira onun kalp âlemi bütün hassâsiyetini yitirmiş, günahların ıztırâbıyla feryâd etmesi gereken hissiyâtı, du­mû­ra uğramıştır.
Abdullah ibn-i Mes’ûd (r.a.), takvâ ehli bir mü’minle gâfil bir kimsenin günahlara bakışlarındaki hassâsiyet farkını şöyle dile getirmiştir:
“Mü’min, günâhını, altında oturduğu ve sanki her ân üzerine düşme tehlikesi olan bir dağ gibi görür. Bu koca dağ üzerime düşer mi, diye korkar durur. Fâcir ise, günahını burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi görür.” (Buhârî, Deavât, 4; Müslim, Tevbe, 3)
Kâmil mü’minlerin günahlardan sakınma hususundaki hassâsiye­ti, sevap kazanma iştiyâkında da kendini gösterir. Zira onlar, kıyâmet günü insanın en küçük bir hayra bile muhtaç olacağı şuuruyla, gayretlerini her an daha da artırmaya çalışırlar.
En küçük amellerin bile kıyâmette ne kadar büyük bir kıymet kazanacağını Rasûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz şöyle haber vermişlerdir:
“Kıyâmet günü insanlar saf saf dizilirler. Derken cehennem ehlinden bir kişi, cennet ehlinden birine rastlar ve:
«–Ey filân! Hatırladın mı, sen su istemiştin de ben sana bir içimlik su vermiştim?» der. Mü’min de o kimseye şefaat eder.
(Cehennemlik olan bir başka) kimse, cennetlik olan birinin yanına varır ve ona:
«–Hatırlıyor musun, sana bir gün abdest suyu vermiştim?» diye (şefaat ister. O da hatırlar) ve ona şefaat eder.
Yine cehennemlik olanlardan biri, cennetlik birisine:
«–Ey filân! Beni şöyle şöyle bir işe gönderdiğin günü hatırlıyor musun? Ben de o gün senin için gitmiştim.» der. Cennetlik olan kimse de ona şefaat eder.” (İbn-i Mâce, Edeb, 8)
Tabiî ki mü’minlerin bu şefaati, Cenâb-ı Hakk’ın irâde ve iznine bağlıdır. O dilerse affeder, dilemezse affetmez.
Dolayısıyla âhiret hayatında hangi amelin kurtuluş vesîlesi olacağı bilinemez. Bu sebeple büyük-küçük demeden her sâlih amele koşmalı, zamanı en verimli şekilde değerlendirmeli ve dünyadayken Allah için yorulmayı en büyük zevk, lezzet ve nîmet telâkkî etmeliyiz.

HAKK’A YAKINLIK İKLÎMİNİN İNCE EDEPLERİ
Cenâb-ı Hakk’ın sevip râzı olduğu kullar;
–En küçük bir sevâba da günâha da büyük bir dikkat göstererek yaşayan müttakîlerdir.
–Allah ve Rasûlü’nde fânî olabilmek iştiyâkıyla kendi hayatlarında Kur’ân ve Sünnet yolundan zerre kadar sapma olmaması için, büyük titizlik gösteren sâdıklardır.
– Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfinin muhtevâsına girebilmek için; Allah Rasûlü (s.a.) ile, his, fikir ve fiil beraberliği içinde olmaya âzamî gayret gösteren sâlihlerdir.
–Tıpkı karda yürüyen bir kimsenin izini takip edercesine Allah Rasûlü’ne tam bir ittibâ gayreti içinde olan mü’minlerdir.
Nitekim, takvâ ehli bir hadîs âlimi ve müctehid olan İmâm Nevevî Hazretleri, Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’in karpuzu nasıl yediğine hadislerde rastlamadığı için damağında bu meyvenin lezzeti kaybolmuş ve ömrü boyunca karpuz yememiştir. Hayatının bütün safhalarını kuşatan, Peygamber’e tam bağlılık gayretiyle, bir karpuzu yerken bile O’nun tarzının dışında hareket etmek ihtimâlinden uzak durmayı tercih etmiştir.
Yine Peygamber âşık­la­rından Seyyid Ahmed-i Yesevî Haz­ret­leri, 63 yaşında vefât eden Ra­sû­lul­lâh’a duyduğu engin muhabbet ve bağlılık sebebiyle, bu yaşından sonraki ömründe yeryüzünde dolaşmaya vedâ etmiş, vefât edinceye kadar on yıl, mezar gibi bir mahzende irşad hayatına devam etmiştir.
Hak dostlarından İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de şöyle buyurmuştur:
“Bir keresinde gaflete düşüp unutarak abdesthâneye girerken sağ ayağımı önce attım. (Sünnete uymayan bu davranışım sebebiyle) o gün bütün mânevî hâllerden mahrum kaldım.”
Yine İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bir gün talebelerinden birine:
“–Bizim keseden bir miktar karanfil getir!” buyurmuştu. O da gidip altı tane karanfil getirdi. İmâm-ı Rabbânî (r. aleyh) bunu görünce mahzun bir edâ ile şöyle buyurdu:
“–Bizim talebeler hâlâ Peygamber Efendimiz’in hadîsinde bildirilen; «Allah tektir, teki sever!»1 kāidesine dikkat etmiyorlar. Hâlbuki buna dikkat etmek müstehabdır. Müstehabı insanlar ne zannediyorlar?! Allâh’ın hoşuna giden böyle müstehap bir amelin karşılığında, bütün dünya ve âhiret verilse kıymeti yoktur.” 2
Görüldüğü üzere, Hakk’a böylesine bir yakınlık iklîminde; farz, vâcip ve sünnetlere ilâveten müstehapların bile bu denli kıymeti büyüktür. Haramlar ve mekruhlar bir tarafa, şüphelilerden sakınmak bile, son derece elzemdir. Zira o muhabbet ve mârifet iklimi, en ufak bir kiri kaldıramayacak sâfiyet ve letâfettedir. En ufak bir ihmâlin büyük bir mahrûmiyetle mukâbele göreceği nâzik bir âlemdir.
Bu sebeple Allah dostları, Hakk’a yakınlık iklîmine girebilmek için çok ince nezâket eleklerinden ve ağır çile çemberlerinden geçirilmişlerdir. Nasıl ki zirveler fırtınasız olmazsa, Hakk’a yakınlık zirvelerinin de çok çetin imtihanları vardır. Dolayısıyla bu mânevî zirvelerde bulunanlar, aşağılarda bulunanlar kadar rahat ve serbest hareket edemezler. Onlar, hâl ve tavırlarına çok daha fazla ihtimam göstermek mecburiyetindedirler. Zira zirvede atılacak yanlış bir adım, hayâtî bir hatâ olur. Sıradan insanlar yaptığında mâzur görülecek pek çok hatâ, o yüksek ruhlar için muazzam bir mahrûmiyet sebebidir. Bu itibarla, avâmî tavırlar o has kullara yakışmaz, Hakk’a dostluğun yüksek hukûkuyla bağdaşmaz. Umum halk için câiz olan pek çok şey, onlar için büyük bir istiğfar sebebidir.
Şu hâdise bu hakîkati ne güzel îzah eder:
Osmanlı’nın son devir mutasavvıflarından Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî’nin “beşerî/cüz’î irâde”yi inkâr ettiği yolunda bir dedikodu yayılır. Bunu duyan Sultan Abdül­mecid Han, Şeyh Haz­retleri’nin huzur derslerine çağrılarak orada kendisine bu meselenin sorulmasını ister. Şeyh Efendi huzur dersine dâvet edilip kendisine meselenin aslı sorulduğunda şu cevâbı verir:
“Kulda cüz’î bir irâde elbette mevcuttur. Fakat herkeste ve her zaman değil. Meselâ ben elbette cüz’î bir irâde sahibiyim. Lâkin buraya pâdişâhın emriyle geldim. Buradan kalkıp gitmek ise benim elimde değildir. «Gel» denilir geliriz; «git» denilir gideriz. Demek ki burada irâdem belli bir hususta yok hükmündedir. Aynı şekilde pâdişâhın huzûrunda bulunduğumdan dolayı yapabileceğim hareketler de sınırlıdır. Hak dostları da aynen bu misâlde olduğu gibi dâimî bir sûrette Rab’lerinin huzûrunda bulunduğunun idrâki içinde yaşarlar. Allah her yerde hâzır ve nâzır olduğu hâlde pek çok kimse, kendilerini sadece namazda huzûr-i ilâhîde kabul ederler. Hâlbuki belli bir mânevî mertebeye yükselmiş olanlar, her an huzûr-i ilâhîde bulundukları idrâki ile yaşarlar. Böyle kimselerde cüz’î irâdenin var sayılıp-sayılmayacağını varın siz takdîr edin.” 
Nitekim âyet-i kerîmede; 
  وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ 
“…Nerede olsanız O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4) buyrulmuştur.
Görüldüğü üzere Hakk’a yakınlık iklîminin ölçüleri de, imtihanları da, mükâfâtı da mücâzâtı da bambaşkadır.
SABR-I CEMÎL İMTİHANI
Hazret-i Yâkub (a.s.), Allâh’a en yakın kullar olan peygamberlerdendir. Bu azîz peygamber, evlâtları içinde en çok Yûsuf (a.s.)’da kendi husûsiyetlerini gördüğünden, gönlü ona meyletmiş, ona büyük bir muhabbetle bağlanmıştı. Fakat bu aşırı muhabbet, Hakk’a yakınlığa gölge düşürdüğünden, uzun bir ayrılık acısıyla karşılık gördü.
Hâlbuki her baba, evlâdına muhabbet duyar. Hattâ bâzı babaların evlâdına muhabbeti, düşkünlük derecesindedir. Fakat bunların pek çoğu, Yâkub (a.s.)’ın mâruz kaldığı evlât hasreti imtihânına tâbî tutulmaz. Zira Hazret-i Yâkub, Allâh’ın bir peygamberi ve dostudur. Bu dostluğun yüksek hukûkuna tâbî olmayan umum insanlık için meşrû olan bir hâl, o aziz peygamber hakkında büyük bir ilâhî imtihan mevzuu oldu. Yâ­kub (a.s.) da üs­tüs­te ge­len bütün mu­sî­bet­lere mukâbil, Hakk’a yakınlığa yakışan bir sabır, teslîmiyet ve rızâ hâliyle; “…Ba­na dü­şen an­cak sabr-ı ce­mîl­dir / güzel bir sabırdır…”3 dedi.

DOSTLUK İMTİHANI
Hazret-i İbrahim (a.s.)’ın kalbinde Allah’tan başka hiçbir şeye yer yoktu. Bu yüzden de Cenâb-ı Hak onu kendisine “Halîl” yani “dost” seçmişti. Bunun üzerine melekler:
“–Ey Rabbimiz! İbrahim Sana nasıl dost olabilir? Nefsi, malı ve evlâdı var. Kalbi bunlara meyyâldir...” dediler. 
Cenâb-ı Hak da, İbrahim (a.s.)’ı bu üç hususta ağır imtihanlara tâbî tuttu. İbrahim (a.s.) ise, bu imtihanları Allâh’ın lûtfuyla kazanarak Allâh’ın Halîl’i pâyesine liyâkatini tescil ettirdi. Tevhîd mücâdelesi uğruna gözünü kırpmadan zâlim Nemrud’un ateşine atıldı. Böylece gerektiğinde hiç çekinmeden canını da Rabbine teslîm edebileceğini gösterdi. Fakirlikten korkmaksızın bütün malını infâk etti. Bu sûretle dünya servetinin, kendisini Allâh’ın zikrinden alıkoyamayacağını, kendisi nazarında Allâh’ın zikrinin bütün dünyadan daha kıymetli olduğunu ifâde etti. Ciğerpâresi evlâdını Allah için kurban etmeye götürerek, kendisindeki Allah muhabbetinin bütün fânî muhabbetleri aşmış olduğunu, gönlündeki evlât muhabbetinin Allah muhabbetine gölge düşüremeyeceğini ispat etti. Yani Hakk’a dostluğun en büyük nişânesi olan îtirazsız teslîmiyet, rızâ, fedâkârlık ve muhabbet imtihanlarının hepsinden yüzünün akıyla geçmeye muvaffak oldu. 
Fakat o büyük peygamber, bu yüksek fazîlet­lerine ve sâlih amellerine güvenmeyip yine de Rabbine lâyıkıyla kulluk edebilmekten âciz olduğunu îtiraf ederek Allâh’ın rahmet ve mağfiretine sığındı. Büyük bir âkıbet endişesi içinde: 
 وَلَا تُخْزِن۪ى يَوْمَ يُبْعَثُونَ  
“(Yâ Rabbi! İnsanların) diriltilecekleri gün, beni mahcûb etme!” (eş-Şuarâ, 87) niyâzında bulundu.
Demek ki kulun Hak katındaki derecesi arttıkça, imtihanlarının dozu da artırılıyor. Cenâb-ı Hak, sevdiği kullarını sabır, rızâ ve teslîmiyetin en çetin imtihanlarından geçiriyor. En büyük çile ve iptilâların peygamberlere, sonra Allah dostlarına, sonra da derece derece sâlih mü’minlere isâbet etmesi de bu hikmete binâendir. 
Nitekim ârif kullar, Cenâb-ı Hak’tan sıhhat ve âfiyet dilemekle beraber, derecelerinin artmasına vesîle olacak sıkıntı ve iptilâlar azaldığında veya gelmez olduğunda, hâllerinden endişe etmiş, tevbe-istiğfarlarını artırmışlardır.
Yani kul, mâneviyat semâsında yükseldikçe kulluk âdâbının keyfiyeti de son derece incelik kazanmaktadır. Bu tıpkı, yüksek bir binanın zemin katında oturanla kırkıncı katında oturan kimsenin görüş ufkundaki genişliğin farkına benzer. Dünya, ona yaklaşan ve onun içine dalan kişiye çok büyük ve uçsuz-bucaksız görünürken, ondan fiziken veya kalben uzaklaşan kimsenin gözünde küçüldükçe küçülür. Yani yakınlık uzaklık, yükseklik alçaklık; maddî âlemde olduğu kadar, mânevî âlemde de aynı şeyin farklı anlaşılmasına, hakîkatlerin farklı derinliklerde idrâk edilmesine vesîle olur.

OTUZ YIL TEVBE EDİLEN BİR HAMD
Hadis âlimi bir Hak dostu olan Seriyy-i Sakatî Hazretleri talebelerine; 
“Mü­’min­le­rin dert­le­riy­le dert­len­me­yen, bizden de­ğil­dir.” 4 hadîs-i şerîfini okuturken bir talebesi geldi ve:
“–Üstâdım! Bağdat çarşısı yandı, bir tek sizin dükkânınız kurtuldu. Gözünüz aydın!” dedi.
O da, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine olan bu lûtfu karşısında:
“–Elhamdülillâh!” dedi.
Ancak hemen ardından talebelerine okuttuğu hadîs-i şerîfin sırrında derinleşerek büyük bir nedâmetle tevbe etti. Zira dükkânı yanan  mü’min kardeşlerinin acısına bir anlık gafletle bîgâne kalmış ve onların dertleriyle dertlenme hususundaki emr-i Nebevîyi o an için yerine getirememişti. Buna o kadar üzüldü ve mahzun oldu ki, hâdiseyi yıllarca unutamadı. Otuz sene sonra bir dostuna, gönlündeki nedâmeti şöyle ifâde etti:
“–Bir an din kardeşlerimin ıztırâbından gâfil kaldığım için otuz senedir o ânın tevbesi içindeyim...”
Nice insan, din kardeşliği hukukundaki ihmallerin, nemelâzımcılığın, yediği kul haklarının tevbesiyle meşgul olmak bir tarafa, bunların farkına bile varamazken, rakik gönüllü bir Allah dostu, bir an başkalarını düşünemeden söylediği bir “elhamdülillah” sözü için otuz sene istiğfâr ediyor. De­mek ki gönül ufkundaki farklılık, idrak ve telâkkîleri de bambaşka kılıyor.

AVÂMIN VE HAVÂSSIN TAHSİL TELÂKKÎSİ
Mahmud Sâmi Ra­ma­zanoğlu Hazret­le­ri’­ni ziyârete gelenlerden biri, hem muhterem üstâ­dın elini öpüp duâsını almak, hem de yanında getirdiği yeğenlerini tanıştırmak ister. Adamcağız:
“–Efendim! Bu delikanlılar Amerika’da okuyup mühendis oldular. Duâ­la­rınızı istirhâm ederiz!” diye yeğenlerini takdim ettiğinde, Efendi Hazretleri tebessüm ederek onlara:
“–Fakir de Dârü’l-Fünûn mezunuyum. Fakat asıl tahsil, mârifetullâhın tahsîlidir!” buyurur.5
Böylece bütün ilimlerin ancak mârife­tul­lah ile bir kıymetinin olacağını, mâri­fetul­lah’tan mahrum bir dünyevî tahsilin kişinin ebe­dî kurtuluşu hususunda bir işe yaramayacağını ifâde eder.
Sâmi Efendi Hazretleri, Dâru’l-Fünûn’un Hu­kuk Fakültesi’ne girebilmenin ve oradan mezun olabilmenin bile çok zor olduğu bir zamanda, bu fakülteden yüksek dereceyle mezun olmuşlardır. Arzu etseler, herkesin tâlibi olduğu hukukla ilgili mesleklerden birini rahatlıkla icrâ edebilecekleri hâlde, herhangi bir kul hakkına girmeme hususundaki yüksek titizliklerinden dolayı bu haklarından ferâgat etmiş, maîşetlerini temin için de, bir işyerinin muhâsebe defterini tutmayı tercih etmişlerdir.
Fakat şu hususu da ifâde edelim ki:
Sâmi Efendi Hazret­leri’nin bu tercihi, böyle mühim vazifeleri yapmamak gerektiği şeklinde anlaşılmamalıdır. Fakat bu mesleklerle iştigâl edecek olanların, ne kadar titiz davranmaları gerektiğinin bir ifâdesidir.
Velhâsıl, Allah ve Rasûl’ünde fânî olan Hak dostlarının her hâli, muhabbet, mârifet, ihlâs ve takvâ ile ihyâ olmuş bir gönlün yüksek hassâ­siyet­lerini yansıtmaktadır. Kulu Allah katında değerli kılan da bu hassâsiyetlerle yaşanan bir kulluk hayatıdır. Bunun içindir ki evliyâullah, bütün hâl­le­riyle bizlere dâimâ takvâ hassâsiyetini tâlim ve telkin etmişlerdir. Zira Cenâb-ı Hak, bizim de o güzel kullar gibi olma yolunda gayret göstermemizi arzu ediyor. Kıyâmetin o dehşetli infilâkında, evliyâullâha verdiği; “onlara korku yok, mahzun da olmayacaklar”6 müjdesine biz kullarının da nâil olmamızı istiyor. Bunun da güzel bir takvâ hayatı yaşamaya bağlı olduğunu bildiriyor.
Cenâb-ı Hak cümlemizi, peygamberlerinin, ashâb-ı kirâmın ve evliyâullâh’ın izinden giderek sırât-ı müstakîm üzere yaşayan, gönülleri takvâ hassâsiyetleriyle müzeyyen sâlih kullarından eylesin. Müslüman olarak yaşayıp müslüman olarak can verebilmeyi ve sâlihlerle birlikte haşrolunmayı lûtf u keremiyle ihsân eylesin.
Âmîn…

Dipnotlar: 1. Buhârî, Deavât, 68. 2. Ebû’l-Hasan en-Nedvî, İmâm-ı Rabbânî, s. 180-181. 3. Bkz. Yûsuf, 18. 4. Bkz. Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87.  5. Bkz. Mustafa Eriş, Mahmûd Sâmî Efendi’den Hâtıralar, I, 20-21. 6. Bkz. Yûnus, 62.

MİRAÇ KANDİLİ



Miraç Kandili, nedir, peygamberimiz niçin miraca çıkmıştır, en iyi şekilde nasıl değerlendirilir?


Feyiz ve bereketin coştuğu mübarek gecelerimizden biri de Miraç Gecesidir. Miraç bir yükseliştir, bütün süfli duygulardan, beşeri hislerden ter temiz bir kulluğa, en yüce mertebeye terakki ediştir. Resulullahın (a.s.m.) şahsında insanlığın önüne açılmış sınırsız bir terakki ufkudur.
Bu ulvi seyahat, mucizelerin en büyüğüdür. Miraç mucizesi Kur'ân-ı Kerimde âyetlerle anlatılmış ve varlığı inkâr edilemeyecek bir şekilde ortaya konmuştur. Bu îlâhî yolculuğun ilk merhalesi olan Mescid-i Aksâya kadarki safha Kur'ân'da şöyle anlatılır:


“Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan alıp çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla görendir.” (İsra Suresi, 1)


Miraçın ikinci merhalesi de Mescid-i Aksâdan başlayarak semânın bütün tabakalarından geçip tâ İlâhi huzura varmasıdır. Bu safha da Necm Sûresinde şöyle' anlatılır:


“O ufkun en yukarısında idi. Sonra indi ve yaklaştı. Nihayet kendisine iki yay kadar, hatta daha da yakın oldu. Sonra da vahyolunacak şeyi Allah kuluna vahyetti. O’nun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi O’nun gördüğü hakkında onunla mücadele mi edeceksiniz? And olsun ki onu bir kere daha hakiki suretinde gördü. Sidre-i Müntehâda gördü. Ki, onun yanında Me'vâ Cenneti vardır. O zaman Sidre'yi Allah'ın nuru kaplamıştı. Gözü ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. And olsun ki Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü.” (Necm Suresi, 7-18.)


Miraç nasıl oldu?
Miraç, Receb ayının 27. Gecesi Cenab-ı Hakkın daveti üzerine Cebrail Aleyhisselâmın rehberliğinde Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamın Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâ'ya, oradan semaya, yüce âlemlere, İlâhî huzura yükselmesidir.
Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam Mescid-i Haramdan (Mekke'den), Mescid-i Aksâ'ya (Kudüs'e) ata benzer beyaz bir Cennet bineği olan Burak ile geldi. Kudüs'e gelmeden yol üzerinde Hz. Musa'nın makamına uğradı, orada iki rekât namaz kıldı, daha sonra Mescid-i Aksâ'ya geldi. Orada bütün peygamberler kendisini karşıladı. Miraçını kutladılar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam burada peygamberlere iki rekat namaz kıldırdı, bir hutbe okudu.
Bir rivayette Hz. İsa'nın doğduğu yer olan Betlaham'a uğradı, orada da iki rekât namaz kıldı. Ve bugün Kubbetü's-Sahra'nın bulunduğu yerden Muallak Taşının üzerinden Miraça yükseldi.


Semanın bütün tabakalarına uğradı. Sırasıyla yedi sema tabakalarında bulunan Hz. Adem, Hz. Yahya ve Hz. Îsa, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. İbrahim gibi peygamberlerle görüştü, Onlar kendisine “Hoş geldin” dediler, tebrik ettiler.
Bundan Sonra Hz. Cebrail ile birlikte imkân ile vü-cub ortası (kâinatın bittiği yer) Sidretü'l-müntehâ'ya geldiler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam orada ikisi gizli, ikisi açıktan akan (Nil, Fırat) dört nehir gördü. Sonra hergün yetmiş meleğin ziyaret ettiği Beytü'l-Ma'mur'u ziyaret etti.
Hz. Cebrail'in buradan öteye gitmesi mümkün değildi. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bundan sonra Refref adında bir vasıta ile zaman ve mekândan münezzeh (uzak) olan Cenab-ı Hakkın cemaliyle müşerref oldu.
Süleyman Çelebi'nin dediği gibi 


“Aşikâre gördü Rabbü'l-izzeti/Âhirette öyle görür ümmeti” İnşaallah...


Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Rabbinin huzurundan döndükten sonra Hz. Musa ile karşılaştı., “Allah ümmetine neyi farz kıldı?” diye sorunca, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam “50 vakit namaz” buyurdu.


Hz. Musa'nın, “Rabbine dön, azaltması için Rabbinden niyazda bulun, ümmetin buna güç yetiremez” demesi üzerine, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam, beş sefer Cenab-ı Hakka niyazda bulundu, her seferinde 10 vakit indi, sonunda beş vakitte karar kıldı.


Daha sonra Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Hz. Cebrail'in rehberliğinde Cenneti, Cehennemi, âhiret menzillerini ve bütün âlemleri gezdi, gördü, Mekke'ye döndü.


Sabah olunca Kabe'nin yanında Mekkelilere Miraçı anlattı. Onlar Peygamberimizden delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam de onlara yolda gördüğü kafilelerinden haber verdi. Kureyşliler hemen kafileleri karşılamak için Mekke dışına çıktılar. Gelenleri aynen Peygamberimizin Aleyhissalâtü Vesselam haber verdiği gibi gördüler, ama iman nasip olmadı.


Ama yine de Peygamberimizden üst üste Miraça çıktığına dair delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Kudüs'e, Mescid-i Aksâ'ya uğradığını anlatınca Kureyşliler, “Bir ayda gidilebilen Bir yere Muhammed nasıl bir gecede gidip gelebilir?” diye itiraz ettiler, ardından da Mescid-i Aksâ'yı görmüş olanlar, “Mescid-i Aksâ'yı bize anlatır mısın?” diye Peygamberimize soru yönelttiler.


Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam şöyle anlattı:
“Onların yalanlamalarından ve sorularından çok sıkıldım. Hatta o ana kadar öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Derken Cenab-ı Hak birden Beytü'l-Makdis'i bana gösterdi. Ben de ona bakarak her şeyi birer birer tarif ettim. Hatta bana, ‘Beytü'l-Makdis'in kaç kapısı var?’ diye sordular. Halbuki ben onun kapılarını saymamıştım. Beytü'l-Makdis karşımda görününce ona bakmaya ve kapılarını teker teker saymaya ve anlatmaya başladım.”


Bunun üzerine müşrikler:
“Vallahi dos doğru tarif ettin” dediler, ama yine de iman etmediler.


O esnada Hz. Ebû Bekir çıkageldi, müşrikler durumu ona haber verdiler. Hz. Ebû Bekir, “Eğer bu sözleri ondan duymuşsanız seksiz şüphesiz doğrudur” diyerek hemen tasdik etti ve bundan sonra Hz. Ebû Bekir “Sıddîk, tereddütsüz inanan” ünvanını aldı.


Peygamberimiz neden mirac’a çıktı?
Bir padişahın iki türlü konuşması vardır. Biri, bir vatandaşla telefon ederek küçük bir meseleyi görüşmesi. Diğeri de devlet başkanı, halifelik yönü ve milletin idarecisi olarak, emirlerini her tarafa duyurmak için özel bir elçisi ile konuşması, sohbet etmesi, onun aracılığı ile ferman yayınlamasıdır.
Bu örnekte olduğu gibi Cenab-ı Hakkın da kulları ile iki tarzda muhatap olması vardır. Biri, özel ve cüz'i, diğeri de geniş ve genel mahiyette bir konuşması. Cenab-ı Hakkın bazı velilerle özel ve cüz'i anlamda ilham etmesi birinciye örnektir.


Ama Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bütün velayet mertebelerinin üstünde bir büyüklük ve yücelikte, kâinatın Rabbi, bütün varlıkların Yaratıcısı olarak Cenab-ı Hakkın sohbetine müşerref olması ise ikinci ve mükemmel olanına misaldir.


Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam elçiliği iki taraflıdır. Birisi halktan Hakka, diğeri de Haktan halka. Birisi mi'râcin bâtıni tarafı olan velayet yönüdür, diğeri de zahiri tarafı olan risalet yönüdür.


Yani Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam bizi temsilen Cenab-ı Hakkın huzuruna çıktı, başta insanlar olmak üzere bütün varlıkların ibadet, kulluk, tesbih ve zikirlerini toplu olarak (askerin komutana tekmil vermesi gibi) arz etti. Bu yönüyle Miraç halktan, insanlardan, varlıklardan Hakka bir gidiştir. Diğeri de Cenab-ı Hakkın biz kullarından istediklerini, emir ve yasaklarını Resul olarak getirmiştir. İbadetlerin özü ve esası olan beş vakit namazı Miraç hediyesi olarak getirmesi gibi...


Peygamberimiz, Allah ile nasıl görüşebilir?
Soru: “Bize herşeyden daha yakın olan Cenab-ı Hakka binlerce senelik mesafeyi aşarak yetmiş bin perdeyi geçtikten sonra Rabbiyle görüşmesi ne demektir?”


Cenab-ı Hak herşeye herşeyden daha yakındır, fakat herşey O’ na sonsuz şekilde uzaktır.
Meselâ, güneşin insan gibi aklı olsa da bizimle konuşacak olsa, elimizdeki ayna aracılığıyla bizimle konuşabilir.
Diğer taraftan biz bir çeşit ayna olan gözümüzle güneşe yaklaşabiliyoruz. Oysa güneş bize 150 milyon km. uzaklıkta bulunuyor, hiçbir şekilde ona yanaşamayız. Güneşe bir derece yaklaşmak için ancak Ay kadar büyümek lazım. Bu da mümkün değildir.
Bu misalde olduğu gibi, gerçek anlamda Cenab-ı Hak herşeye yakındır, ama herşey ona sonsuz derece uzaktır. Ancak Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam, Cenab-ı Hakkın lütfuyla bir anda binlerce perdeyi geçerek Miraça yükselmiş; bütün manevi mertebeleri aşarak huzura varmıştır.


Bir insan nasıl göklere çıkabilir?
Soru: “Bunun bir örneği var mıdır? Bir uçak ancak 10-15 bin metre yukarı çıkabiliyor, bir uzay gemisi ancak Ay'a ve Venüs'e ulaşabiliyor. Bir insan birkaç dakika gibi kısa bir sürede milyonlarca metre uzaklara nasıl gidip gelebilir?”


Yerküremiz, yani Dünya bir yılda yaklaşık 188 saatlik bir mesafeyi bir dakikada döner, yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede alır. Bu muazzam hareketi ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kudret, bir insanı Arş-ı Âlâya getiremez mi? Güneşin çevresinde o ağır cisim olan dünyayı gezdiren bir hikmet bir insan bedenini şimşek gibi Rahman'ın Arşına çıkaramaz mı?


Peygamberimiz sadece ruhuyla gitse olmaz mıydı?
Soru: "Öyleyse ise neden Miraça çıktı? Ne lüzumu var? Evliya gibi ruhu ve kalbi ile gitse yetmez miydi?"


Cenab-ı Hak görünen ve görünmeyen âlemlerdeki güzellikleri göstermek için, kâinat fabrikasını ve merkezini gezdirmek, insanlığın amel ve ibadetlerinin âhiretteki neticesini göstermek için Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamı oralara davet etmesi gayet makuldür. Sadece ruhu ve kalbi ile değil, bu seyahate bedeninin de iştirak etmesi gerekir.


Görünen âlemin anahtarı olan gözünü, işitilen âlemin anahtarı olan kulağını Arşa kadar birlikte alması gerektiği gibi, ruhunun sayısız görevlerini üstlenen âlet ve makinesi hükmünde olan mübarek bedenini Arşa kadar çıkarması akıl ve hikmet gereğidir.


Zaten Cenab-ı Hak Cennette bedeni ruha arkadaş ediyor. Çünkü pekçok kulluk görevine ve sınırsız lezzetlere ve acılara beden kaynaklık etmektedir.
Öyle ise bu mübarek beden ruha arkadaşlık edecektir. Cennette ruh bedenle birlikte olacaksa Cennetü'1-Me'vâ'nın gövdesi olan Sidretü'l-Müntehaya Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamın zatının arkadaşlık etmesi hikmetin tâ kendisidir.


Peygamberimiz Miraça sadece ruhen çıkmış olsaydı, zaten mucize olmazdı. Çünkü her veli ruhen ve kalben o âlemlere çıkabiliyor.


Peygamberimiz kısa zamanda nasıl gidip geldi?
Soru: "Birkaç dakikada binlerce yıllık mesafeye gidip gelmek aklen mümkün müdür?"


Cenab-ı Hakkın sanatında hareket ve hızın derecesi farklı farklıdır. Sesin hızı ile ışığın hızı, elektriğin hızı, hatta ruhun ve hayalin hızı birbirinden bütünüyle farklıdır. Gezegenlerin hızları da birbirinden farklıdır. Meselâ ışığın hızı 300.000 km/sn iken sesin hızı 360 km/sn'dır.


Acaba Peygamberimizin lâtif bedeninin yüce ruhuna tabi olması, ruh hızında hareketi nasıl akla ters gelebilir?


Yine bir insan on dakika uyusa bazı olur ki, bir yıllık iş görebilir. Hatta bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, rüyada işittiği sözleri, konuştuğu kelimeleri toplansa uyanıkken bir gün, belki daha fazla bir zaman gerekir.


Demek ki bir zaman dilimi iki kişiye göre değişebiliyor, birisine bir gün, diğerine de bir yıl hükmüne geçebilir.


İşte Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam, Burak'a binerek şimşek gibi bütün kâinatı gezip İlâhi huzura çıkıp Rabbiyle sohbet şerefine ermiş, Onun cemalini görmüş, emirlerini alıp dönüp gelmiştir.


Miraçın benzeri bir olay var mıdır?
Soru: "Peygamberimizin Miraça çıkması mümkündür. Fakat her mümkün gerçekleşmiyor. Bunun bir benzeri var mı ki kabul edelim?"


Miraçın çok örnekleri vardır:
Bir insan, gözüyle bir saniyede Neptün gezegenine çıkabilir.
Bir bilim adamı, astronomi kanunlarına binerek tâ yıldızların arkasına bir dakikada gidebilir.
İman sahibi her insan, namazın hareketlerine düşüncesini bindirerek bir çeşit Miraçla kâinata arkasına alarak İlâhî huzura girebilir.
Kalb gözü açık bir veli, İlâhî sırlara kırk günde ulaşabilir. Hattâ Abdülkadir Geylânî ve İmam-ı Rabbanî gibi bazı evliyanın bir dakikada Arş-ı Âlâya kadar ruhen çıktıkları bildiriliyor.
Yine nurlu bir cisme sahip olan melekler bir anda yerden Arşa, Arştan yeryüzüne gidip geliyorlar.
Cennette, Cennet ehli mü'minler, Cennet bahçelerine kısa bir zamanda çıkabiliyorlar.


Bu kadar örnekler gösteriyor ki, bütün evliyanın sultanı, bütün mü'minlerin imamı, bütün Cennet ehlinin reisi ve bütün meleklerin makbulü olan Resul-i Ekrem Efendimizin bir anda Miraça çıkması, dönmesi, bütün yüce âlemleri gezip görmesi gayet makuldür ve şüphesizdir.


Miraçla gelen hediyeler


Birincisi: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bütün iman hakikatlerini gözleriyle gördü. Melekleri, Cenneti, âhireti, hattâ Cenab-ı Hakkın cemâlini gözleriyle müşahede etti. Sözlerinde ve vaadinde en küçük bir hilafı, aksi beyanı olmayan o yüce insan mü'min ruhlara manen şöyle diyordu: “Sizin inandığınız, melekleri, âhireti, Rabbinizin Nur cemâlini bizzat gördüm; bu iman esasları vardır, mevcuttur; tereddüt ve şüphe etmeyiniz.” Böylece mü'minler sonsuz bir imana ermenin saadetine kavuştular.


İkincisi: İnsan herşeyi merak ediyor. Ayda hayat var mı, yok mu diye araştırıyor. Halbuki Ay O Ezelî Sultanın memleketinde ancak bir sinek kadar yer kaplıyor.


Mü'minler merak ediyorlar. “Rabbimiz bizden ne istiyor? Acaba ne yaparsak Rabbimiz bizden razı olur? Bir yolunu bulsak da doğrudan doğruya Rabbimizle muhatap olsak, bizden ne istiyor, anlasaydık” derken, İki Cihan Serveri yetmiş bin perde arkasından ezel ve ebed Sultanının razı olacağı amelleri Miraç meyvesi olarak getirdi beşere hediye etti. Bu hediye başta namaz olmak üzere İslâmın diğer esasları ve ibadetleridir.


Üçüncüsü: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam ebedî saadet definesinin anahtarını alıp getirmiş, cinlere ve insanlara hediye etmiştir. Peygamber Efendimiz kendi gözüyle Cenneti görmüş, sonsuz saadetin varlığını müşahede etmiş ve bu büyük müjdeyi haber vermiştir. Öyle ki, bir adama idam edileceği anda affedilerek padişahın yakınında bir saray verilse ne kadar sevinir.
Öyle de bütün cinler ve insanlar sayısınca toplu bir müjde olan bu sevinç ne kadar önemli ve değerlidir.


Dördüncüsü: Peygamber Efendimiz Miraçta Cenab-ı Hakkın cemalini görme nimetini tattı. Bu manevi nimetin Cennette mü'minlere de nasip olacağı müjdesini verdi. “Ayın on dördünü nasıl açıkça gözünüzle görüyorsanız, Rabbinizi de öyle Cennette apaçık göreceksiniz” buyurarak bu ezelî müjdeyi bizlere hediye olarak getirdi.


Beşincisi: İnsan kâinatın en kıymetli bir meyvesi ve Kâinat Sahibinin en nazlı bir sevgilisi olduğu Miraçla anlaşıldı. Kâinata nisbetle küçük bir varlık, zayıf bir canlı olan insan bu meyve ile öyle bir dereceye çıktı ki, bütün varlıklar üzerinde bir makam ve mevki kazandı. Çünkü rütbesiz bir askere, “Sen paşa oldun” dense ne kadar sevinir.
Öyle de âciz, fani, devamlı ayrılık ve zeval tokadını yiyen biçare insana birden, "Sonsuz ve baki bir Cennette Rahman ve Rahîm olan Allah'ın rahmetine gireceksin" dendiğinde o insan ne kadar büyük bir mevki ve makama çıkar. Cennette hayal hızında, ruh genişliğinde, akıl akıcılığında, kalbin bütün arzularında Cenab-ı Hakkın ebedi mülkünde seyir ve seyahate erecektir. Cenab-ı Hakkın nur cemalini seyretme nimetini tadacaktır. Böyle bir insanın kalb ve ruhu ne kadar büyük bir sevince kavuşur değil mi? Miraçın bu meyvesi insanın en büyük arzu ve hedefidir. (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 31. Söz.)


Miraç Gecesi Namazı
Miraç gecesi kılınacak namaz on iki rekattır. İki rekatte bir selam verilerek kılınacak olan namaz on iki rekat ile bitirilir. Her rekatte Fatihadan sonra on kere ihlas okunur. Kılınma zamanı yatsı namazı kılındıktan sonra, imsak vaktine kadar ki herhangi bir vakit olabilir. Bu oniki rekat namaz bittiği zaman selamdan sonra yüz defa :


“Sübhanallahi vel hamdülillahi vela ilahe illallahü vallahü ekber vela havle vela kuvvete illa billahil aliyyül azim” duası okunur. 


Ardından da yüz kere istiğfar yapılır.


Miraç Gecesinin Gündüzünde Kılınacak Namaz
Miraç gecesinin gündüzünde öğlen namazını kıldıktan sonra sonra dört rekat namaz kılınır. 
Bu namazın;birinci rekatında Fatiha’ dan sonra bir kere Felak suresi, ikinci rekattan sonra bir kere Nas suresi, üçüncü rekatta üç kere Kadr suresi, dördüncü rekatta elli kere İhlas suresi okunur.


Kaynaklar:
1. Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, 31. Söz 
2. Mübarek Aylar Günler ve Geceler
3. Üç Aylar İbadet Rehberi
 
Sorularla İslamiyet Ekibi