Bağdad: 150 - 227
Mekke-Medine'den sonra İslâm'a büyük hizmetler etmiş olan tarihi şehirlerimizden biri de Bağdad'dır. Bağdad, asırlar boyu hilâfeti İslâmiyye'nin merkezi olmuş, hizmetleri unutulmayan birçok ilim ve mâneviyat adamları burada yetişmiştir.
Hicrî 136 tarihinde Abbasi Halifesi seçilen el-Mansur, Bağdad'ı inşâ ederek hilâfet merkezini oraya taşımış, İslâm kültürünün burada gelişmesini te'min eylemiştir. Nitekim meşhur Cüneyd-i Bağdadi, onun halasının oğlu Seriyyü's-Sakati ve sözünü etmek istediğimiz Bişr-i Hafı gibi mâneviyat büyüklerinin Bağdad'da yetiştiklerini söylersek Bağdad'ın ne türlü değerlerin yetişmesine sahne olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz.
Hayatından bahsedeceğimiz Bişr-i Hafi, 150 tarihinde (M. 767) Bağdad'da doğmuş, 227 tarihinde yine Bağdad'da vefat ederek halifeler şehrinin mâneviyat büyükleri arasında yer almıştır.
Bişr-i Hafi, 77 senelik ömrünü tam bir zâhid ve tasavvuf ehli olarak tamamlamış, birçokları dünyevi ihtiraslar içinde kıvranırken, O, kanaat ve tevekkülün aziz örneğini vermiş, coşan ihtiraslara, azan arzulara bir nevi fren vazifesi görmüş, numune teşkil etmiştir.
Bişr-i Hafi'nin, dillere destan, gönüllere ferman olan örnek hayata geçmesine sebeb olan hâdise şöyle zikredilir.
Zengin bir ailenin çocuğu olan Bişr, her istediğini almakta, her arzusuna nâil olmaktadır. Bu sebeble mazbut bir hayat, muhafazakâr bir anlayış pek yoktur günlük yaşayışında. Ne var ki, günün birinde yolda giderken gözüne çamur içine yuvarlanmış bir kâğıt görünür. Üzerinde Allah ismi celîli yazılı olan bu kâğıdın çamurlarda sürünüşü, ona ağır gelir. Hemen eğilir ve kâğıdı alıp, çamur ve kirlerini silerek hürmete lâyık yüce bir yere koyar. İşte o günün gecesinde gördüğü rüyada, kendisine şöyle hitap edilir:
"Ey Bişr! Sen bizim ismimizi çamurdan kaldırıp yüce bir yere koydun, hürmete lâyık yerde muhafaza ettin. Bundan sonra biz de senin ismini öyle yapacak, hürmete lâyık hâle getirerek, bütün mü'minlerin gönüllerinde yer almasını te'min edeceğiz."
Bu hitaptan sonradır ki, Bişr-i Hafi'nin gönlünde İslâm'a karşı derin bir sevgi, içinde dini emirlere karşı ciddi bir alâka uyanmaya başlar. Mânevi duygular, imanî arzular, onu o kadar sarar ve istilâ eder ki, artık Bişr, şahsında İslâm'ın bütün emirlerini olanca titizliğiyle yaşayıp, dinin emirlerini bütün kabiliyetiyle tatbik etmek ister.
Ancak, bu sırada etrafa yayılmaya başlayan şöhretinden de korkmaya başlayan Bişr, tekrar ettiği duasında hep şunu diler:
"Allah'ım, dünyadaki şöhretim âhiretteki itibarımı yok edecekse, beni böyle şöhretten koru, faydasız itibardan muhafaza eyle!"
Bu anlayışla sık sık görüştüğü dostlarına şöyle derdi:
"Mü'minin dünyadaki en büyük cezası, kalb gözünün kapalı bulunması, gerçeği teşhis edemeyip, yalancı şöhretlerle kendini aldatmasıdır."
İbretlidir ki, Bişr-i Hafi'nin evinde de aynı anlayış hüküm sürer, aynı zühd ve takvâyı kız kardeşleri de yaşardı. Hattâ üç kız kardeşinin Bişr'den geri olmadığını söylemek mümkündür. Tarihlere geçmiş bazı hâtıralar onların bu yüceliğine delil görünmektedir.
Mudga, Muhha ve Zübde adlarındaki kız kardeşlerinden Mudga, kendisinden önce vefat edince bundan çok müteessir olan Bişr, şöyle demiştir:
"Bazı eserlerde gördüm ki. Allah bir kulu günahından dolayı cezalandırmak isterse onun yakınını alırmış önce. Mudga benim için böyle bir yakındı. Ondan çok ders aldım, benim te'sirli mürşidlerimden birinin bu kız kardeşim olduğunu söylemem asla mübalâğa değildir."
Bu mevzuda kesin bir delil arzetmek gerekirse Ahmed bin Hanbel Hazretleri'nin oğlunun şahid olduğu bir hâdiseyi nakletmek yetişir herhalde.
"Bağdad'da babam Ahmed'in huzuruna bir kadın girdi, müşkülü bulunduğunu söyleyerek sualini şöyle sordu:
-Yâ İmam! Ben yün eğirerek geçimini te'min eden bir kadınım. Bu gece mum ışığında yün eğirirken mum söndü, ben de dışarı çıkıp ay ışığında eğirdim. Şimdi ise her ikisini de pazarda satacağım. Acaba, iki ipliğin de fiyatı aynı mı olmalı, yoksa mum ışığındaki ile ay ışığındakinin fiyatı ayrı mı olmalı?
Buna babam şöyle cevap verdi:
-İki ip arasında kalite bakımından fark varsa fiyatta da fark olması lâzım gelir. Her ikisi de aynı kalitede ise aynı fiyattan satmanızda haramlık söz konusu olmaz.
Kadın ikinci sualini de şöyle sordu:
-Hastanın rahatsızlık anındaki âh u eninleri bir şikâyet midir?
-Evet, şikâyettir. Ama Allah'a şikâyettir, kula değil! Eğer kullara şikâyet mânâsında âh u enin ederse bu hata olur, kulluğa lâyık olmaz:
Kadın çıkıp giderken babam.
"Çabuk bu kâdını takip et, kimin evine girecek anla" dedi.
Ben de peşine düştüm, girdiği evi görünce dönüp geldim, babama:
"Bişr-i Hafi'nin evine girdi" dedim. Babam bu defa şöyle dedi:
'Tahminimde yanılmamışım. Böyle bir hanım ancak Bişr'in evinde yetişebilir."
Bişr-i Hafi der ki:
"Ben takvâyı onlardan öğrendim. Kardeşlerim haram şöyle dursun, şüpheli şeylerden bile kaçarlar, mahzurlu buldukları durumlara asla, yaklaşmazlardı."
Evet, en bahtiyar ve mes'ud hayat, aynı çatı altında yaşayan aile fertlerinin dindarlıkta birbirini teşvik ve te'yid ettikleri hayattır. Bişr-i Hafi, bu müşterek anlayış içindeki bahtiyar hayatı yaşamış. onun saadetini tatmıştır. Acaba, biz ne hâlde, ne âlemdeyiz? Aile fertlerimizde böyle bir yakınlaşma, imanî ve İslâmî konularda birleşme söz konusu mu? Yakınlarımız böyle bir saadete yardımcı olma arzusunda mı?
Bişr-i Hafi ve kardeşleri vefat edeli asırlar oldu, yüzlerce seneler geçti. Ama onlar hâlâ imanlı gönüllerde, dindar dillerdeler. Hizmetleri ve örnek hayatlarıyla daima yaşıyor, dualarla, takdirlerle anılıyorlar.Mânen yaşıyorlar...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder